26 Şubat 2017 Pazar

-GECE

Geceyi severim. Her gece ikiden önce uyumamak, sabah sekiz veya bilemedin dokuzda uyanmak isterim. Çocukluğumda da böyleydim. Uyumak istemezdim. Sanki uyuyunca hayattan bir şeyler kaçıracağım gibi gelirdi. Çok küçük yaşlarda beni öğlen uykusuna yatıran annemi çok uyutmuşluğum vardır.


Hiç uyumadan yaşamak, ölümsüzlük gibi olurdu. Bundan dolayı Mahatma Gandhi’nin, “her gece, uykuya dalınca ölüyorum, her sabah, uyandığımda yeniden doğuyorum” cümlesi anlamlıdır. Yaşamı dolu dolu, vakit kaybetmeden, hiçbir şeyi kaçırmadan yaşamak muhteşem olsa gerek…
Kim ne derse desin uyku, zaman kaybıdır. Ömürden yer. Yeter ki vücut olarak az uykuyu kaldırabilin. Ne kadar kalıyoruz ki bu hayatta onu da uyuyarak geçirelim.  Bundan dolayı az uyuyanlara, günlük uykusunu dört saatte tutanlara gıptayla bakarım. Her günü yirmi saat yaşamak, insan daha ne ister? Geceyi gündüze katarak yaşamayı kim istemez?
Her daim şairler geceleri uymaz diye düşünmüşümdür. Öğlenin ışığında ve güneşinde şiir mi yazılır. Geceyle hüzün çökmeli, insan yalnız kalmalı, kaybettiği aşkına sessizce ağlamalı ki şiir, şiir olabilsin. Mutlu şair yoktur. Duygusuz da bulamazsınız. Hüzün ve mutsuzluk, şairler için bitmez tükenmez bir kaynaktır. Atilla İlhan, An Gelir şiirinde, “görünmez bir mezarlıktır zaman. Şairler dolaşır saf saf tenhalarında şiir söyleyerek” der ya… Sanki şairler, hüzün ve mutsuzluğun tenhalarında dolaşırlar.
Yazı ve şiir için olmazsa olmaz olan ilham, sanırım sadece geceleri geliyor. Gündüzün kargaşasında ilham mı gelir. Gelse de ilhamı kim fark edecek?
En iyi masal saatleri de uykuya dalmadan önceki zamanda, geceye doğru veya gecenin başlangıcında anlatılır. Özellikle korku da içerirse, dinlerken kanınız donar.
Çocukken, bazı yaşlı kadınlar çok iyi masal anlatır ve hepimizi korkudan titretirlerdi. Ortam da masal anlatmaya uygun olmalı. Çevresini bile zor ışıtan kısık bir gaz lambası, loş bir ortam, çocuklar olarak birbirinize sokulur ve nefes almadan dinlersiniz. Arada sırada bulunduğunuz odanın karanlık noktalarına kaçamak bakışlar fırlatıp, karartıları yaratıklara benzetip korkunun zirvesini yaşarsınız.
Masallar ne güzel başlar, “bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellâl iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken…”
Bir sürü imkansızlığı baştan söyleyerek sizi olağanüstülüğe, gerçeküstücülüğe hazırlar. Bu başlangıç, masalda anlatılacak her şeyin gerçekte de var olabileceği duygusunu, devlerin, cücelerin, cadıların, konuşan yılanların, küllerinden yeniden doğan kuşların, binlerce yıl yaşayanların, her şeyi iyileştiren lokman hekimlerin, büyücülerin, taşlaşan insanların, başka donlara giren canlıların, yaratıkların evvel zaman içinde görüldüğünü, develerin tellâl, pirelerin berber olabileceğini, buna inanmamız gerektiğini anlatır.
Bu girişten sonra size her şey imkan dahilde gelir, inanılmaz diye bir kavram kalmaz. Bırakırsınız kendinizi geceye ve masallara. Masal bitince gece devam eder. Uykuya rüyalarda masalları yaşarsınız.
Rüya çok daha gerçekçidir. O masalların içine bizzat siz de katılırsınız. Artık kaçış yoktur. Bazen yanınızda sizi kurtaracak biri de olmaz. Masal dinlerken yanınızda olanlar, rüyalarınızda yer almaz. Canavarlara karşı tek başınıza kalırsınız. Kabuslar başlar. Rüya da gece de bitmez. 
Bitmemek ve gece deyince Binbir Gece Masalları’nı anmadan olmaz. Arap edebiyatının başyapıtı olan bu eser, tüm dünya için inkar edilemez bir kültür mirasıdır.
Arjantinli yazar Jorge Luis Borges, Binbir Gece Masalları’na hayranlığını gizlemez ve “binbir”in sonsuzluk anlamını da içinde tuttuğuna inanır. Binbir aslında sonsuz demektir. Bin sonlu, bir milyon da sonlu, binbir ise bitmeyen mütemadiyen tekrarlayan bir süreci betimlediğini size sezdirir.
Kitap aşkıyla yanıp tutuşan, yirminci yüzyılın en büyük yazın ustalarından biri olan gerçeküstücü Borges, 50’li yaşlarında kör olduktan sonra 900 bin kitaplık Buenos Aires Kütüphanesi’ne yönetici atanmasını da kaderin acı bir cilvesi olarak görür.
Bazıları için hayat, sadece gecedir. Gözleri görmeyenler için… Onlar sadece geceyi yaşadıkları için hepimizden çok daha fazla duyarlıdırlar. Bazen çoğumuz bakar kör oluruz. En yakınımızdakini bile göremeyiz. Görsek dünya böyle mi olurdu?
Bazen yaşam, gece gibidir. Sonsuza kadar öyle olacak sanılır. Unutmamak gerek, her gecenin bir sonu vardır. Her yaşamın da… Sonsuza kadar gece olmaz. Sabah elbette olacaktır. Her yaşamın bir sabahı olur mu bilmem…
Ben yine de gecenin tarafındayım. Necip Fazıl, şiirinin zirvesi olan “Kaldırımlar” da şunları yazar;

Ne ışıkta gezeyim, ne göze görüneyim;
Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları.
Islak bir yorgan gibi iyice bürüneyim,
Örtün, üstüme örtün serin karanlıkları.

Yahya Kemal, “Sessiz Gemi”de hayatın sonunu ne güzel anlatmış.
Hümeyra da Sessiz Gemiyi çok güzel söylerdi. “Ölüm sessizliği vardı” deyimi gece, özellikle gizemli geceler için çok sık kullanılır.
Konu ölüme geceyle birlikte gelince, bir gece dünyadan ayrılmak gerekirse diye… Yahya Kemal ve “Sessiz Gemi” akla gelir.

Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.

Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.

Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu!
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.

Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.


2Şubat 2017

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder