Doğuya hayranlığım, masaldan, efsanedendir. Adalar ve Kuzey Avrupa efsaneleri de olmasa Batı, bu konuda hepten fakir kalacaktı… Şu bir gerçek ki Batı bu konuda kısır... Masaldaki, efsanedeki Doğunun heybeti, zenginliği Batıda yok. Eski Yunan mitolojisindeki tanrılar bile insan gibi. Tanrıların ve insanların babası olduğuna inanılan Zeus… Roma’da ismiyle Jüpiter. Göklerin, şimşeklerin tanrısı… Yağmur ondan beklenir. Çapkınlık da üstünü yok. Bir tanrıdan beklenmeyecek kadar insani bir davranış.
İskandinav efsaneleri çoğumuzun malumu... Defalarca filmleri çekildi. Yine de Batı bir Şahmaran yaratamadı. Yılanların şahı, kuşaktan kuşağa aktarılarak günümüze geldi. Şahraman, bereketli toprakların, Çukurova’nın, Tarsus’un efsanesi olarak efsaneler dünyasında yerini aldı.
Batı, üzerinde hayli fazla durduğu ölümsüz aşklarda da Doğunun yanında yetersiz kalır. Şirin’e aşkı uğruna dağları delen bir Ferhat, Leyla’nın peşinde geçilmez çölleri aşan bir Mecnun, efsane seviyesine ulaşmış aşk hikayeleri Batıda yoktur.
Batının aşk efsanesi Romeo ve Juliet’e bir bakın, şehirli iki düşman ailenin çocuklarının birbirine aşkı ve bu aşk uğruna ölümleri. Bırakın efsaneyi, günümüzde bile sık sık rastlanan bir hikaye... William Shakespeare de olmasa batının hali haraptı. Doğuda, Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Kanber ile Arzu, Kerem ile Aslı… Saymakla bitmez. Anadolu’da bile hemen her yörenin bir ölümsüz aşk hikâyesi vardır. Sadece Çukurova bile sayısız efsanesiyle muhteşemdir.
Yaşar Kemal’i okumak yeter. Anadolu’da köy köy dolaşıp masal anlatanları bile var olmuş efsaneleriyle yaşayan bu kutsal toprakların. Çocukluğundan itibaren böyle bir ortamda büyüyen, hatta köy köy dolaşıp masallar anlatan Yaşar Kemal’in kaderidir masal anlatmak. Ömrü boyunca masallar anlatan, efsaneleri yaşatan büyük yazar, o güzel insan, Demirciler Çarşısı Cinayeti kitabının girişinde anlattığı gibi, o güzel insanlardan biri olarak o güzel atlardan binip masallar diyarına gitti. Bu yalan dünyanın gerçekliğine hiçbir zaman tahammül edemedi.
Doğunun bu konudaki üstünlüğünü ortaya koymak için yazın sanatının o muhteşem eseri, edebiyatçılar için tarihin her döneminde aşılmaz bir doruk olacak, edebiyat var oldukça yaşayacak, ben yazarım diyen herkesin önünde saygıyla eğildiği, kendi yeteneklerini biçare gördüğü “Binbir Gece Masalları” tek başına yetmez mi?
Öykü, deneme yazarı, şair, çevirmen, Büyülü Gerçekçilik akımının önde gelen ismi Arjantinli Jorge Lois Borges, “Binbir”in nasıl sonsuzluğu anlattığını oldukça güzel tanımlar; Binbir Gece Masalları’nın sonsuzluğuna da inanır.
Gerçekten de Borges’e katılmamak elde değil. Milyon gece dese binbir kadar sonsuzluğu anlatamaz, yine sonlu olurdu. Yedi konferansının toplandığı “Yedi Gece” kitabında, çeşitli dillerde basılan Binbir Gece Masalları’ndan örnekler veren Borges, “bu kitapların hepsi birbirinden farklı, çünkü Binbir Gece Masalları sürekli dallanıp budaklanıyor, kendini yeniden yaratmayı sürdürüyor” der.
İranlıların çok sevdiğim bir efsanesi vardır. Zümrüdü Anka veya Anka Kuşu olarak da bildiğimiz Simurg. Türk mitolojisindeki adı da Tuğrul Kuşu’dur. Bir yerde okumuştum. Ermeni ve Bizans ikonografilerinde de resmedilmiş. Efsanevi kuş. Sadece kuş da değil, daha doğrusu bir kuş/masal…
Simurg’u, “Bilgi Ağacı’nın dallarına yuva kuran ölümsüz bir kuştur” diye tanımlayan; hatta düşleyen Borges, “Düşsel Varlıklar” kitabında efsaneyi çeşitli alıntılarla enfes bir şekilde anlatır.
Borges, bu anlatımının bir yerinde, onüçüncü yüzyıldan Feriduddin-i Attar’ın, Mantık al-Tayr’ında (Kuşlar Meclisi) geçen 4 bin 500 beyitlik alegorisinin konusunu çarpıcı bulur.
Bu alegoriye göre, kuşların gurbet ellerdeki kralı Simurg’un, göz kamaştırıcı tüylerinden birini arayan ve bu uğurda azala azala sayıları otuza düşen kuşlar, Simurg’un bulunduğu ulu doruğa konarlar. Sonunda görürler onu ve anlarlar, Simurg kendileridir, Farsça’da 30 “si”dir, her biri ve hepsi Simurg’dur.
“Bir düşünceyi, davranışı ya da eylemi, daha kolay kavratabilmek için, onu, yerini tutabilecek simgelerle, simgesel sözlerle, benzetmelerle göz önünde canlandırma işi” olarak tanımlanabilen alegorinin de efsanenin de zirvesi budur.
İster Simurg, ister Zümrüdü Anka, ister Tuğrul deyin fark etmez; bu efsanevi kuş ölümsüzdür ve küllerinden yeniden doğar. Gücü de sonsuzluğu da buradan gelir.
İran efsanelerine göre, bu kuş o kadar yaşlıymış ki dünyanın yıkılışına üç kez şahit olmakla kalmamış, tüm zamanların bilgisine de sahip olmuş.
Tıpkı doğa gibi…
Yazın büyüyen, sonbaharda hasat olan, kışın küllenen doğa, ilkbaharda yeniden uyanır. Hepinize bir şekilde sorulmuştur. “Hangi mevsimi daha çok seversin?” diye. Sevmediğimden başlayayım. Kar hariç kışı çok sevmem. Çünkü karanlığı sevmem.
Babaannemler çağında, 21 Aralık-21 Ocak arasına “karakış” denirdi. Buradaki “kara” sözcüğü sadece kışın sertliğini tanımlamak için değil, ondan daha çok uzun geçen geceleri ve ışıksız günleri anlatmak için kullanılıyor.
Fyodor Dostoyevski’nin belki de en az mutsuz hikâyesi, hayalperest bir adamın 4 günlük aşkını anlattığı “Belye Nochi”, Türkçesiyle “Beyaz Geceler”, St. Petersburg’da, havaların hemen hiç kararmadığı Haziran ayının ikinci yarısında geçer.
Bazıları karanlığı sever ama sanırım ben, Johann Wolfgang Goethe gibi son nefesimi aldığımda da “ışık, biraz daha ışık” diyeceğim.
İlkbaharı mı seviyorum. Sonbahardan sonra evet… Yazı geçelim. Sıcağı sevmem…
Benim için sonbahar ayrı…
Mevsimlerse konumuz; bence içlerinden en hüzünlüsü sonbahardır. Belki ondan dolayı üzümde hasada bağ bozumu denir.
Sonbaharla ilgili roman, öykü, şiir, şarkı hepsi hüzünlüdür. Bir yok oluş. Küle dönüşüm ve ilkbaharda küllerinden yeniden doğuş.
Aylar içinde de sonbahar denince benim aklıma Eylül gelir. Neden bilmem. Ekim ve Kasım’ı o kadar sevmem. Aslında sonbaharı en iyi anlatan Kasım’dır. Sarının her tonuyla renklenmiş yapraklar, artık rüzgarda savrulan kuru gazeldir. Ressamlığının zirvesindeki doğa, bütün güzelliğini Kasım’da sunar size.
Yine de benim sevdiceğim Eylül’dür. Belki de doğadaki dönüşümü en iyi o ay anlatır.
Alpay’ın muhteşem söylediği “Eylülde Gel” şarkısının son bölümünü denildiği gibi;
“Eylülde gel Eylülde okul yoluna
Konuşmadan yürüyelim gireyim koluna
Görenler dönmüş hem de mutlu diyecekler
Ağaçlar sevinçten başımıza konfeti gibi
Yaprak dökecekler.”
İlkbahar olsa, doğa uyanmış, çiçekler açmış, kuş sesleri ortalığı kaplamış, bütün doğa ve bu doğanın ayrılmaz bir parçası olan insan, cıvıl cıvıl olurdu. Bir hareket, bir canlılık… Konuşmadan yürünür mü kol kola ilkbaharda… Ama sonbaharda da mutlu olunur. “Görenler dönmüş hem de mutlu diyecekler”…
Cemal Süreyya, “Eylül’dü” şiirini;
“Dedim ya… Eylül’dü.
Savruluşu bundandı kimsesizliğimin” diye bitirir. İliklerine kadar hüzün…
Yine de hüzün, insanın haleti ruhiyesine bağlı olarak da değişir. Bazen ilkbahar, sonbahardan daha hüzünlü geçebilir.
Nitekim, Turgut Uyar, “Acıyor” şiirinde;
“Tavrım birçok şeyi bulup coşmaktır.
Sonbahar geldi hüzün
İlkbahar geldi kara hüzün” der.
Hüznü en iyi anlatan filmlerden biri 1969 yapımı “They Shoot Horses, Don’t They”, Türkçe’ye “Onlar Atları da Vururlar, Değil mi?” şeklinde çevrilebilir. Film, Türkiye’de 1972 yılında özgün adıyla alakası bulunmayan “Son Gerçek” olarak gösterime girmiş; daha sonra TRT özgün adına daha yakın “Atları da Vururlar” adıyla filmi yayınlamış. Sydney Pollack, yönetmenliğin sınırlarını zorlamış hatta aşmış, filmi, Amerikan sinemasından beklenmeyecek bir duyarlılıkla işlemiş.
Başrollerde Jane Fonda, Michael Sarrazin muhteşem bir oyunculuk sergiliyorlar. Film, 1930’lu yılların Amerika’sında dans maratonunda, onurlarını ayaklar altına almak pahasına, para ödülü için ölümüne yarışanları anlatır. Filmin sonu hüznün doruğudur.
Sanatının her döneminde beğenilen ve bileğinin hakkıyla başarıya ulaşan Jane Fonda, oyunculuğunun yanı sıra kadın hakları için çalışması, Vietnam Savaşı’na karşı muhalefeti, azınlık hakları için mücadelesiyle hep öndedir. Aerobik gibi aptalca bir dans sporu dünyanın başına bela etse de her türlü takdire şayandır. Hüzünlü, sessiz, sakin, duru bir güzelliği de var; Türkiye’de “New York’ta Bir Pazar” olarak vizyona giren “Sunday in New York” veya "Çıplak Ayaklar" olarak gösterime giren “Barefoot in the Park” filmlerindeki gibi canlı, yerinde duramayan bir yapısı da… Sanki hem sonbaharı hem ilkbaharı temsil ediyor. Tercihim, Jane Fonda’nın aerobik yaparken hali yerine hüzünlülüğü, sessizliği, sakinliğidir.
Destansı şiirleriyle unutulmaz şairimiz Atilla İlhan, “An Gelir” şiirinde, “görünmez
bir mezarlıktır zaman, şairler dolaşır saf saf tenhalarında şiir söyleyerek”
der. Bu şairlerin en büyüklerinden biri olan Hilmi Yavuz’un, “Nazım Hikmet”
şiirinin ilk dizelerine katılmamak elde değildir. “Hüzün ki en çok yakışandır bize. Belki de en çok
anladığımız”…
Sonuçta sadece doğaya değil, insana da en çok yakışan hüzündür. Özellikle her Eylül’de…
7 Eylül 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder