Yeni bir yaşa, 50 yaşına giriş. 18 Şubat 1966 yılında öğretmen bir baba, ev kadını bir annenin ilk çocuğu olarak, memuriyetin yapıldığı Rize'nin Derebaşı Köyü'nde başlayan hayata yolculuğun 50. yılı... Yarım asır dile kolay... Ama 49'dan farkı yok gibi.
Marcel Proust’un 7 ciltten oluşan “Kayıp Zamanın İzinde” kitabında olduğu gibi hatıralarım ne kadar geriye gider bilmiyorum. Benim ilk, daha doğrusu hatırladığım ilk anılarım bundan 47-48 yıl önceye kadar dayanıyor. Yaşım ne kadardı bilmiyorum ama benden yaklaşık 4 yaş küçük kardeşim Çetin bile olmadığına göre, oldukça küçüktüm. En fazla üç yaşındaydım. Annem ve 2013 yılında vefat eden babamla gittiğim bir gezide, bir köy evini ve oturduğum, genişliği bir metre bile olmayan sedirde kenara ulaşmayan ayaklarıma baktığımı hatırlıyorum. Sisli bir hava, çamurlu yollar, kar yok, güneşli bir öğlen. Babamın isteğiyle dışarda, çocuklarla sessizce, konuşmadan, koşarak oynama. Annenin yardımıyla, sedirde, tepsideki yemeğe bakmadan yemek… Gözün dışarda oynayan çocuklarda…
Daha sonra memlekette gittiğim her yerde o köyü aradım ama neresi olduğunu bulamadım. Babama, anneme birkaç kez sordum ama yeterli bir cevap alamadım. Şu köy olabilir gibi tahminleri de beni tatmin etmedi.
Marcel Proust, 7 ciltlik serinin son kitabı olan “Yakalanan Zaman”da kaybettiği zamanı yakaladığını öne sürüyor. Ben hala yakalayamadım. Sanırım, kaybedilen zaman yeniden yakalanamıyor. Proust, yanılıyor. İnsan yakaladığını sanıyor. Çocukluktaki o neşeyi, o tadı, hayatın sadece oyun olduğu eğlenceli ortamı nasıl yakalayabilirsiniz ki...
Her yaşta tabii ki mutlu olabiliyor insan. Ama sorumluluk kaygısı olmadan yaşamak, gülerek, eğlenerek yaşamak, acıkınca yemek yiyip, uykusu gelince uyumak, üzülünce ağlamak, sevinince gülmek… Düşünmeden, tartmadan, geleceği aklından geçirmeden sadece anı yaşamak, çocukça yaşamak... Bunu 50 yaşında yapabilir misiniz?
İnsan 50 yaşına gelince ister istemez zamanı da düşünüyor.
Turgut Uyar’ın dizelerinde olduğu gibi “İşte ben hep böyle bildiğin gibi: Kaderi öpüp başıma komuşum, gülüşüm, oturuşum, konuşuşum, belli efendim, besbelli; yaşamaktan soğumuşum”. Yaşamaktan soğumadım ama ya ben yaşlanıyorum ya da ortam bozuluyor. Eski tat tuz kalmadı. Zaman aleyhimize çalışıyor.
Zaten Atilla İlhan da An Gelir şiirinde “Görünmez bir mezarlıktır zaman” demiyor mu?
Yine de ben, Can Yücel gibi düşüneyim;
Tam zamanında yaşlandığını hissetmeli,
Tam zamanında ölmelisin
Iskalamak istemiyorsan hayatı…
Haydi şimdi kalk bakalım
Silkin şöyle bir
At üzerinden hayatın yorgunluğunu,
Vakit zannettiğinden daha az
Haydi kalk bakalım,
Şimdi YAŞAMAK ZAMANI…
Şimdi YAŞAMAK ZAMANI…
18 Şubat 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder