9 Nisan 2017 Pazar

-YAŞAM

Zamanla yaşamın dakikası bile önem taşısa da anlamı   kayboluyor. Çocuk, günü, anı yaşıyor. O küçük dünyasında önce de yok sonra da. O an mutlu mu? Karnı tok mu oyun oynayabiliyor mu ondan iyisi yok. Geçmişi düşünmez. Ondandır ağlayan bir çocuk çok kısa bir zaman sonra, hatta gözlerindeki yaş kurumamışken kahkahalarla gülebilir. Ne anın ne geleceğin kaygısını da yaşamaz. Karnı acıkınca yemek, susayınca su aklına gelir. Kin biriktirmez, hain planlar yapmaz, arkanızdan dümen çevirmez. Ondan dolayı saftır, temizdir. Çoğu zaman acımasız da olabilir ama bilinçsizce, farkında olmadan, düşünmeden… Taammüden kavramı çocukta yoktur. Hiçbir suçu taammüden işlemez. Ondan dolayıdır ki suçlu sayılmaz, suç ehliyeti de olmaz.


Yaşamının her anında iyi bir öğretmen olan babam, çocuklar için “birinci sınıfta tertemiz ve saftırlar. İkinci sınıfta bu özelliklerini büyük ölçüde korurlar. Ama üçüncü sınıftan itibaren saflıkları yavaş yavaş yok olur” derdiKeşke biraz daha uzun bir zaman saflıklarını koruyabilseler. Ben, Hıristiyanlar gibi düşünmüyorum. Çocuklar bir günahın ürünleri değildir. Günahkar da doğmazlar. Günah kavramı çok sonra insanın hayatına girer. Bütün saflığıyla, temizliğiyle dünyaya gelen insan, dünyada kirlenir, saflığını, duruluğunu yitirir, dünyayı da yaşanmaz hale getirir.
Kadınlar sık söyler ya “erkekler büyümez”. Onlar öyle düşünmeseler de belki de erkeklerin en iyi özelliği budur. Ruhunun bir tarafının çocuk kalması, kin tutmayan, hain plan yapmayan, arkanızdan dümen çevirmeyen bir tarafın korunması… Ne güzel olur. Bilinçlice acımasız olmaları ise erkeklerin en kötü yanları. Yoksa bu kadar kadın cinayeti, bu kadar terör, çatışma, savaş, vahşet yaşanır mıydı? Çoğu zaman inanılmaz şaşırırım. Bir insan, nasıl bu kadar vahşet yapabilir diye. Hayvanlar bile zevk için vahşet yapmazken…
Bence Japonların dünyaya en büyük armağını olan Akira Kurosava’nın, Sibirya’da geçen Dersu Uzala filminde çok güzel bir replik vardır. Rus askerlerden biri tavşanı silahla öldürünce, bir parçası haline geldiği ormanın ruhunu kavramış olan Dersu Uzala isimli yerli avcı, askere dönüp “o tavşanı yiyecek misin?” diye sorar. Askerden “hayır yemeyeceğim” yanıtı alınca inanılmaz bir kızgınlıkla “yemeyeceksen neden öldürdün?” der. Buradaki davranış aslanın davranışından farklı değildir. Eğer sırtlan gibi düşmanı değilseniz, tok iken öldürmeyen aslan, bunun için ormanların kralıdır.
Gençlikle birlikte geleceğe yönelik kaygılar başlasa da yine de günü yaşarsınız. Kim söyledi bilmiyorum, “gençler geleceği, yaşlılar geçmişi yaşar” diye bir deyiş vardır. Zaten, gençleri dinlediğinizde, “şunu yapacağım, bunu yapacağım, şu olacağım, bu olacağım” der dururlar. Hayat dolu gençliklerini gelecek planlarıyla harcarlar. Günü yaşasalar, düşünmek yerine geleceğe hazırlansalar daha iyi olmaz mı? Yine de hayalsiz gençlik olmaz. Kanları başka türlü akar. Onun için “delikanlı” denir ya. Yerinde duramayan, ilkbahar ırmakları gibi gür, çılgınca akan…
Orta yaşa doğru durulma başlar. Çılgınlıklar azalır, ağırbaşlılık gelir. Hayatın monotonlaşmasından bıkılmaz, aksine talep edilir. Hafta sonları dinlenmek istenir. Çocuklar hayatın odak noktasına yerleşir. Onlar için yaşanır.
Yaşlanma birden olmaz. Yavaş yavaş. Hayatın tadı tuzu azalmaya başlar. Eskiden severek yaptığınız şeyler artık size anlamsız gelir. Çocuklar büyür, büyüdükçe sorunları da artar. Sizin sorunlarınız önemini kaybeder, çocukların sorunlarını düşünmeye, nasıl çözeceğinizi planlamaya çalışırsınız. Yeniden günü yaşamaya başlarsınız. Yarın yok. Anılar ayrı bir önem kazanır. Geçmiş, en önemli çağınız olur.
Bir başka büyük Japon, ünlü yönetmen Shohei İmamura’nın, senaryosunu, Shichiro Fukazawa’nın yazdığı “Narayama Bushiko”nun kitabından uyarladığı ve yönettiği Narayama Türküsü filmi gerçekten çok hüzünlüdür. Konusu 19. yüzyılda Japonya’nın uzak bir dağ köyünde geçen hikaye, Ubasuteyama olarak adlandırılan geleneğe dayanıyor. Bu gelenekte, bölgede hüküm süren kıtlığın ve yoksulluğun yarattığı şartlar gereği 70 yaşına gelmiş aile bireyleri, aileye daha fazla yük olmamaları için gönüllü olarak uzak bir dağın tepesine götürülerek orada açlık ve soğuktan ölüme terk ediliyorlarmış. Annesi 70 yaşına gelince, oğlundan bu geleneği uygulamasını ister ve film ikisinin dağa çıkmasının acıklı öyküsüyle sona erer.
Şu kesin ki yaşam kum saatine benziyor. Gittikçe biten, tamamlanan bir hayat… Tek fark yaşam için tutulan kum saati istendiğinde tersine çevrilmiyor. Kum bitince yaşam da bitiyor. Yeniden kum saatini başlatma imkanı yok. Her dönemin farklılıklarını bilerek yaşamak, her dönemin belli bir süreyi kapsadığını, bu sürenin uzatılamayacağını görerek yaşamak… Bitmeden yaşamın her kum tanesini çocukça yaşamak… Her anını değerlendirmek… Kayıp zamanın peşinden gidilemeyeceğini öngörerek yaşamak…


9 Nisan 2017

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder